Denizci Kitaplığı

Türk Denizciliğinin Belleği

II. Felipe Döneminde - Akdeniz Ve Akdeniz Dünyası - I

II. Felipe Döneminde - Akdeniz Ve Akdeniz Dünyası - I

II. Felipe Döneminde - Akdeniz Ve Akdeniz Dünyası - I

Yazar: Fernand Braudel

Çevirmen: Mehmet Ali Kılıçbay

Doğu Batı Yayınları – Tarih Dizisi

597 Sayfa

ISBN: 978-975-2410-84-8

Boyut: 14.0 x 21.0

Karton Kapak

2021

(görsel ve bilgi: dogubati.com)

Kitap Hakkında

Akdeniz’i ihtirasla sevdim, kuşkusuz kuzeyden geldiğim içindir, tıpkı başka birçok insan gibi; ve geçip giden nicelerinin izinden gelerek. Uzun çalışma yıllarımı Akdeniz’e keyifle ve severek vakfettim –benim için bu, bütün gençliğimden de uzun bir süreydi. Bunun karşılığında, kısmen bu sevincin ve bilhassa ondaki ışığın bu kitabın sayfalarında tebarüz etmesini temenni ediyorum. İdeal olan kuşkusuz, romancılar gibi kahramanı keyfimize göre yerleştirmek, onu gözden hiç kaybetmemek ve o koskoca bir aradalığını sürekli olarak hatırlamak olacaktır. Ne yazık ki –veya ne mutlu ki– mesleğimiz romanın hayranlık verici esnekliğine sahip değildir. Temenni ettiğim üzere, bu kitaba nüfuz etmek isteyen okuyucu, İç Deniz hakkında kendi anıları, görüşleriyle birlikte daha renkli bir okuma yaparsa ve –elimden geldiğince yapmaya çalıştığım gibi– bu engin varlığı yeniden yaratma konusunda bana yardımcı olursa, çok iyi bir şey yapmış olur. Öyle sanıyorum ki, Akdeniz insanların gördüğü ve sevdiği haliyle, kendi geçmişi hakkında olabilecek en büyük belge olarak karşımızdadır. Sorbonne’da hocam olan coğrafyacıların öğrettiklerinden sadece bunu muhafaza edebildiysem de, onu öylesine büyük bir inançla korudum ki, giriştiğim bu işin tüm anlamını bana bu inanç verdi.

Akdeniz’den daha sade bir örneğin, tarihle mekân arasındaki bu bağları kaydetmek konusunda bana daha fazla yardımcı olabileceği düşünülebilir; özellikle insani ölçüler dâhilinde 16. yüzyıldaki İç Deniz’in bugünkünden çok daha geniş olduğu hesaba katıldığında ve kişiliğinin daha karmaşık, çetrefilli ve tasnif dışı olduğu göz önüne alındığında. Bu kişilik ölçülerimize ve kategorilerimize sığmamaktadır. Onun hakkında “şu tarihte doğdu…” gibi basit bir tarih yazmak yararsızdır; onun hakkında konuşurken, olayları sadece oldukları gibi aktarmak yararsızdır.

Akdeniz, bir deniz bile değildir; o bir denizler bütünüdür ve bu denizler adalarla dolu, yarımadalarla kesilmiş ve dallı budaklı kıyılarla çevrelenmişlerdir. Akdeniz’in hayatı karanınkine karışmıştır; şiirselliği büyük ölçüde kırsaldır, denizcileri köylülerdir; Akdeniz zeytin ağaçlarının, üzüm bağlarının olduğu kadar, kürekli dar teknelerin veya yuvarlak tüccar gemilerinin de denizidir ve nasıl ki alçı ona şekil veren sanatçının ellerinden ayrılamazsa, onun tarihi de onu çevreleyen karasal dünyadan ayrılamaz. Bir Provence atasözü, lauso la mare e tente’n terro (Denizi methet lâkin karadan da ayrılma) demektedir.

Demek ki, Akdeniz’in kesin olarak hangi tarihsel kişiliğe sahip olabileceğini bilmek zahmetli bir iş olacaktır: bunun için sabır, çok da gayret gerekir ama kuşkusuz kaçınılmaz bazı hatalar da olacaktır. Okyanus bilimcisinin, jeoloğun ve hattâ coğrafyacının Akdenizi’nden daha net bir şey yoktur: bunlar bilinen, etiketlenmiş, kilometre taşları döşenmiş alanlardır. Peki, tarihteki Akdeniz nasıl bir şeydir? Yüzlerce uyarı bizi ikaz etmektedir: Akdeniz şu değildir, bu da değildir, kare biçiminde bir çayır hiç değildir. Böyle teorik bir sorunun söz konusu olmadığını, Akdeniz’in tanımlanmaması gereken bir kişilik olduğunu düşünen tarihçinin işi zordur; zira uzun zamandan beri söz konusu kişilik tanımlanmış, sarih addedilmiş, ilk bakışta tanınabileceği ve genel tarihin coğrafi sınırlara göre belirlenmesi suretiyle kavranabileceği düşünülmüştür. Nihayetinde, Akdeniz’in sınırlarının bir de tarafımızdan soruşturulması bir değer ifade eder miydi?

Elli yıllık bir süre için olsa bile, bir yanda Herakles sütunları, diğer yanda antik Ilion’un vaktiyle kıyılarını gözlediği bir deniz koridoruyla sınırlandırılmış bir denizin tarihini yazmakla kifayet edilir mi? Çizilecek çerçeveyle ilgili bu ilk sorunlar, başka sorunları da davet etmektedir: Bir sınır çizmek demek, tanımlamak, çözümlemek, yeniden inşa etmek ve duruma göre bir tarih felsefesi seçmek, hattâ benimsemek demektir.

Bize yardımcı olmak üzere muazzam bir makale, anı, kitap, yayın ve araştırma yığınına sahibiz; bunlardan bazıları saf tarih alanına aittir; bir o kadar ilgi çekici olan diğerleri ise komşularımız etnograflar, coğrafyacılar, botanikçiler, jeologlar, teknologlar vesaire tarafından yazılmışlardır. Dünyada İç Deniz ve onun yansımalarıyla parıldayan karalar kadar iyi aydınlatılmış, böylesine envanteri çıkartılmış hiçbir mekân bulunmamaktadır. Fakat öncüllerimize haksızlık etme tehlikesine rağmen, yayımlanmış eserlerden oluşan bu yığının araştırmacıyı bir kül yağmuru gibi ezdiğini söylemeye gerek var mıdır? Bu incelemelerden çoğu düne ait, kullanışsız bir dil konuşmaktadır. Onları ilgilendiren, büyük Deniz’in bütünü değil, mozaiğini meydana getiren küçük taşlardan herhangi biridir; hareketli bütünsel hayatı değil, hükümdar ve zenginlerin hayatlarıdır; yani söz konusu incelemeler, bizi ilgilendiren güçlü ve yavaş akan tarihle herhangi bir ortak yönü bulunmayan çeşitli olaylardan mürekkep bir toz bulutu içinde kalmaktadırlar. Bu incelemelerin çoğu yeniden ele alınmayı, bütünsel olarak değerlendirilmeyi ve hayat bulmak üzere ayağa kaldırılmayı beklemektedir.

Aynı şekilde, geniş arşiv kaynakları hakkında kesin bilgiler olmaksızın denizin tarihini yazmak mümkün değildir. 16. yüzyılda hiçbir Akdeniz ülkesi yoktur ki, Akdeniz dünyasının tanık olduğu yangın, kuşatma ve her türden felaketlerden kurtarılabilmiş belgelerle genellikle iyi donatılmış bir arşive sahip olmasın. Fakat kuşku duyulması mümkün olmayan bu zenginlikleri, en âlâsından tarihsel olan bu madenleri araştırmak ve bunların envanterini çıkartmak için tek bir ömür yetmez; bunun için yirmi ömür gerekir veya her biri ömrünü bu işe hasretmiş yirmi araştırmacı gerekir. Belki tarih şantiyesinde kaçak zanaatkâr yöntemlerimizle çalışılmayan bir gün gelecektir… O gün geldiğinde, belki de genel tarihi, az veya çok ilk elden kitaplardan değil de, özgün metinlere dayanarak yazmak mümkün olacaktır. Gösterdiğim çaba ne kadar büyük olursa olsun, ulaşabileceğim bütün arşivlerde ayıklama yapmadığımı, kitabımın zorunlu olarak kısmi bir araştırmaya dayalı olarak inşa edildiğini söylemeye bilmem gerek var mı? Şimdiden biliyorum ki, kitabımın ortaya koyduğu sonuçlar yeniden ele alınacak, başkalarıyla ikâme edilecektir; ve ben de bunu temenni ediyorum. Tarih böyle gelişmektedir ve gelişmelidir.

Diğer yandan, Rönesans ve Reformasyon’un son büyük ateşleri ile sert ve katmerli bir dönem olan 17. yüzyıl arasında kalan talihsiz kronolojik konumu nedeniyle, 16. yüzyılın ikinci yarısındaki Akdeniz, Lucien Febvre’in yazdığı gibi “güzel fakat bir yanlış konu”dur. Bu konumun yararını işaret etmeye gerek var mıdır? İç Deniz’in, dünyanın artık onu merkez almaktan, onun için ve onun ritmine göre yaşamaktan vazgeçtiği Modern Çağın başında ne duruma geldiğini bilmek yararsız değildir. Her zaman sözü edilen âni gerileme benim nazarımda kanıtlanmış gibi gözükmez; üstelik her şey bunun tersini gösteriyor gibidir. Fakat bu dramın dışında Akdeniz’in ortaya koyduğu sorunların istisnai bir insani zenginlikte olduğuna ve buna bağlı olarak da tarihçileri ve tarihçi olmayanları ilgilendirdiğine inanıyorum. Hattâ bunların ışıklarını şimdiki zamana kadar yaydıklarını, Nietzsche’nin bizzat tarihten beklediği kati anlamda, bunların belli bir “yarar”dan yoksun olmadıklarını düşünüyorum.

Böyle bir konunun sunduğu çekiciliğe ve cazibeye kadar uzatmayacağım sözü. Bunun sahteliklerini –zorluk olarak anlayınız– ve ihanetlerini daha önce sıralamıştım. Bunlara şunu ekleyeceğim: Tarih kitaplarımızın arasında hiçbir makbul rehberin bana yardımı olmamıştır. Akışkan bir alanı merkez almış olan bir tarihsel incelemenin cazibesi büyüktür, ama bunun da ötesinde bir yeniliğin bütün tehlikelerini de beraberinde getirmektedir.

Terazinin her iki kefesi de çok yüklü olduğundan, sonunda riskli olanı tercih ettiğim ve temkinli olmaktan uzaklaşarak maceraya girişmeye değer olduğunu düşündüğüm için acaba doğru bir karar almış mıydım?

Benim özürüm bizzat bu kitabın öyküsüdür. Bu kitabı 1923’te yazmaya giriştiğimde, II. Felipe’nin Akdeniz politikasına hasredilmiş klasik ama çok daha ihtiyatlı bir çalışma yapmak niyetindeydim. O zamanki hocalarım bunu güçlü bir şekilde onaylıyorlardı. Hocalarım, bu çalışmayı, coğrafyanın fetihlerine hayli kayıtsız kalan, ekonomiyi (tıpkı bizzat diplomasinin sıklıkla yaptığı gibi) ve toplumsal sorunları pek kale almayan, uygarlık, din ve aynı zamanda edebiyat ve sanat olaylarını, yani her önemli tarihin bu büyük tanıklarını hayli küçümseyen, kendi tarafgirliklerinin içine hapsolarak saray odaları dışındaki gerçek, üretken ve yoğun hayatı daima göz ardı eden diplomatik tarih çerçevesinde görüyorlardı. Temkinli Kral’ın politikasını açıklamak, her şeyden önce, bu siyasetin yoğrulma süreci içinde hükümdarın ve danışmanlarının değişen koşullar karşısındaki sorumluluklarını belirlemek, büyük ve küçük rolleri saptamak ve İspanya’nın dünya politikasının genel haritasını oluşturmak anlamına gelmekteydi –ki Akdeniz bunun her zaman ayrıcalıklı olmayan sınırlı bir kesimi olarak görülmüştür.

Gerçekten de, 1580’li yıllarla birlikte, İspanya’nın gücü âniden Atlantik’e yönelmişti. II. Felipe’nin geniş imparatorluğu, tehlikenin bilincinde olarak veya olmayarak tehdit altındaki varlığını burada koruyacak ve bu tehdide burada karşı koyacaktır. Güçlü bir hareket, onu Okyanus’taki kaderine doğru yöneltmekteydi. Bu yeraltı oyunuyla, İspanyol politikasının bu fiziksel yanıyla ilgilenmek; bu araştırmaları II. Felipe’nin veya Avusturyalı Don Juan’ın sorumluluklarının belirlenmesine yeğlemek; diğer yandan bu kişilerin yanılsamalarına rağmen sıklıkla aktör olarak davrandıklarını düşünmek, salt bu haliyle bile diplomatik tarihin geleneksel çerçevesinin dışına çıkmak demekti. Nihayet, İspanya’nın bu uzak, aralıklı ve düzensiz oyununun ötesinde (eğer muhteris İnebahtı harekâtı bir kenara bırakılacak olursa, oldukça donuk kalan) Akdeniz’in kendi tarihine, kendi kaderine, kendi güçlü hayatına sahip olup olmadığını ve bu hayatın pitoresk bir arka plan resmi olmaktan başka bir rolü hak edip etmediğini sormak, sonunda beni esir alan muazzam meselenin cazibesi karşısında boyun eğmeye itiyordu.

Bunu fark etmemem mümkün müydü? Arşivden arşive gezerken, bu değişken ve hareketli hayat karşısında gözlerim kapalı kalarak, açıklayıcı arşiv belgelerinin izini nasıl sürebilirdim? Böylesine zengin ve besleyici faaliyetler karşısında nasıl olur da devrimci bir ekonomik ve toplumsal tarihe yönelmezdim? Ki Fransa’da küçük bir işçiler grubu bu devrimci tarihe bir saygınlık kazandırmak için çaba sarf ediyordu; ne Almanya, ne İngiltere, ne ABD, ne de hemen yakınımızdaki Belçika veya Polonya’da artık reddedilmeyen bir saygınlıktı bu. Akdeniz’in tarihini karmaşık bütünlüğü içinde kavramak demek, bu kişilerin tavsiyelerini izlemek, deneyimlerinden yararlanmak, onların yardımına koşmak demekti; Fransa’da yoğrulmuş ve sınırlarımızı aşmayı hak eden, yeniden düşünülmüş yeni bir tarih anlayışı için mücadele etmek demekti. Evet, bu yeni tarih kuşkusuz emperyalist bir tarihti, ama ödevlerinin ve olanaklarının bilincinde olan bu tarih eski biçimlerden kopmak mecburiyetinde olduğu için, yerine göre bazen adil, bazen de gayri adil bir şekilde (pek önemi yok) o eski biçimleri parçalamak istiyordu. Tasnif dışı bir tarihsel kişiliği merkeze alarak, onun kitlesinden, isteklerinden, direnişlerinden, tuzaklarından ve aynı zamanda atılımından yararlanarak, hocalarımızın öğrettiklerinden başka türlü bir tarih inşa etmek için iyi bir fırsat yakalanmıştı.

Her eser kendini devrimci hisseder, kendisi için bir şeyler fethetmek ister ve böyle olmaya gayret eder. Akdeniz bizi sadece alışkanlıklarımızdan sıyrılmaya zorlamış olsa dahi, bu kadarı bile bize hizmet etmiş olduğu anlamına gelecektir.

Bu kitap, her biri kendi içinde bütünsel bir açıklama denemesi olan üç bölüme ayrılmaktadır.

Birincisi; hemen hemen hareketsiz bir tarihi, insanın onu çevreleyen ortamla ilişkileri içindeki tarihini gündeme getirmektedir; bu tarih yavaş akan ve yavaş değişen, sıklıkla ısrarlı geri dönüşlerden ve sürekli yenilenen devrelerden meydana gelen bir tarihtir. Hemen hemen zamandışı olan ve cansız nesnelerle temasta bulunan bu tarihi ihmal etmek istemedim; bu konuda bir yığın kitabın girişine yararsız yere konulan, yeraltı kaynaklarına dair manzaralarıyla, tarlalarıyla ve çiçekleriyle hızlıca gösterilen, ardından bir daha mevzubahis edilmeyen (sanki çiçekler her ilkbaharda yeniden açmıyormuş gibi, sanki sürüler hareketleri sırasında duruyormuş gibi, sanki tekneler mevsimlere göre değişen gerçek bir denizde seyretmiyormuş gibi), tarihyazımına coğrafyayla başlayan geleneksel girişlerle yetinmek istemedim.

Bu hareketsiz tarihin üstünde yavaş ritimli bir tarih fark edilmektedir; eğer ifade asıl anlamından saptırılmış olmasaydı, buna grupların ve gruplaşmaların tarihi olarak toplumsal tarih denebilirdi. Bu dip dalgaları Akdeniz hayatının bütününü nasıl yükseltiyor? İşte kitabımın ikinci kısmında, birbirlerini izler biçimde ekonomileri, devletleri, toplumları incelerken ve nihayet tarih kavrayışımı daha iyi aydınlatmak için denizdeki bütün bu güçlerin karmaşık savaş alanında nasıl etki ettiklerini göstermeye çalışırken, kendime sorduğum soru buydu. Çünkü biliyoruz ki, savaş saf bir bireysel sorumluluklar alanı değildir.

Son olarak üçüncü bölüm geleneksel tarihe ayrılmıştır; eğer istersek buna insani düzeyde değil de birey düzeyindeki tarih de diyebiliriz; Paul Lacombe ve François Simiand’ın olaysal tarihi: Yüzeysel çalkantılar, med-cezirlerin güçlü hareketleriyle meydana gelen dalgalar. Kısa, hızlı ve agresif salınımları olan bir tarih. Tanımı gereği aşırı duyarlı olan bu tarihte, en ufak bir adım bütün ölçüm araçlarını alarma geçirmektedir. Ama bu haliyle bütün tarihler içinde en ihtiraslısı, insanlıktan yana en zengini, aynı zamanda da en tehlikeli olanı budur. Çağdaşlarının bizimki kadar kısa yaşam ritimleriyle bizzat hissettikleri, tasvir ettikleri ve yaşadıkları, hâlâ yıkıcı olmayı sürdüren bu tarihten sakınalım. Bu tarih onların öfkeleri, düşleri ve hayalleriyle boy ölçüşmektedir. Gerçek Rönesans’tan sonra, 16. yüzyılda yazmaya, kendini anlatmaya ve başkalarından söz etmeye tutkun fakirlerin, mütevazı kişilerin Rönesans’ı gelecektir. Bu değerli kâğıt yığını hayli şekil bozucu olmaktadır. II. Felipe’nin kâğıtlarını okuyan tarihçi, onun yerinde oturuyormuşçasına, bir boyutun eksik olduğu garip bir dünyaya taşınmış gibidir; kuşkusuz bu canlı ihtirasların dünyasıdır; yaşayan bütün dünyalar gibi, bizim dünyamız gibi kör kalan, kayığımızın sarhoş bir tekne misali üzerinde kaydığı şu canlı suların derinliklerindeki öykülere karşı kayıtsız kalan bir dünya. Tehlikeli bir dünya, fakat anlamını ancak çok büyük zaman dilimlerini kavradığımızda açığa vuran ve çoğunlukla sessiz olan şu gizli büyük akıntıları önceden saptayarak, bu dünyanın büyülerini ve kötülüklerini defedebiliriz. Büyük gürültü koparan olaylar çoğunlukla sadece anlardan, büyük kaderlerin tezahürlerinden ibarettirler ve ancak onlar tarafından açıklanabilirler.

Böylece, tarihin kat kat düzlemler halinde parçalanması noktasına gelmiş olduk. Veyahut bir başka ifadeyle, tarihin zamanı içinde bir coğrafi zaman, bir toplumsal zaman, bir de bireysel zaman ayırımına ulaştık. Yahut da başka bir açıdan bakıldığında, insanı bir dizi farklı kişilikler halinde ayırt etmiş olduk. Belki de en az affa mazhar olacağım nokta bu olacaktır, hattâ geleneksel tarihsel kesitlerin de derinlikli bir tarih olan yaşayan tarihi parçaladıklarını kabul etsem bile; hattâ Ranke veya Karl Brandi’ye karşı anlatı-tarihin bir yöntem olmadığını veya en yetkin nesnel yöntem olmayıp bizzat bir tarih felsefesi olduğunu ifade etmesem bile; ve hattâ önce bizzat dile getirip ardından da bu planların sadece sunum araçları olmaktan başka bir amaçlarının olmadığını ve yolum ilerledikçe bunların birinden diğerine geçmekten geri durmadığımı göstersem bile… Fakat savunma yapmak neye yarar? Bu kitabın unsurlarını kötü bir şekilde bir araya getirmekle suçlanacak olsam bile, şantiyelerimizin ideal kurallarına göre imal edilmiş kimi parçaların da bulunacağını umuyorum.

Engin tutkularımın, büyük görmeye dair arzumun ve ihtiyacımın da eleştiriye uğramayacağını umuyorum. Tarih sadece duvarlarla kapatılmış bahçelerin incelenmesine mahkûm edilemez. Eğer böyle yapılırsa, tarih, zamanın endişe verici sorunlarına cevap vermek, çok genç ama çok kuşatıcı insan bilimleriyle bağlantıda olmak gibi mevcut görevlerinden birini ıskalamış olmaz mı? 1946 yılında, ödevlerinin ve sınırsız güçlerinin bilincinde olan muhteris bir tarih olmaksızın, şimdiki zamana ait bir hümanizma olabilir mi? Edmond Faral 1942’de “Büyük tarih’i öldüren şey büyük tarih korkusudur” diye yazmaktaydı. Belki de büyük tarih yeniden hayata kavuşabilir!

Mayıs 1946

İçindekiler

-Birinci Basım için Önsöz

-İkinci Basım için Önsöz

-Üçüncü Basım için Önsöz

-Dördüncü Basım için Önsöz

-Braudel’in Akdeniz’i

-Yeni Basımın Sunumu

BİRİNCİ BÖLÜM – ORTAMIN PAYI

I. Yarımadalar: Dağlar, Yaylalar, Ovalar

1. Her Şeyden Önce Dağlar

2. Yaylalar, Dağ Etekleri ve Tepeler

3. Ovalar

4. Transhümans veya Göçebelik: İki Akdeniz

II. Akdeniz’in Kalbinde Denizler ve Kıyılar

1. Sulu Ovalar (Denizler)

2. Kıta Sahilleri

3. Adalar

III. Sınırlar ya da En Büyük Akdeniz

Tarihin Boyutlarında Bir Akdeniz

1. Sahra; Akdeniz’in İkinci Çehresi

2. Avrupa ve Akdeniz

3. Atlas Okyanusu

IV. Fizikî Birlik: İklim ve Tarih

1. İklimsel Birlik

2. Mevsimler

3. 16. Yüzyıldan Bu Yana İklim Değişmiş midir?

V. İnsani Birlik: Yollar ve Kentler, Kentler ve Yollar

1. Karayolları ve Denizyolları

2. Denizcilik: Tonajlar ve Konjonktürler

3. Kentsel İşlevler

4. Çağın Tanıkları Kentler

-Dizin

Yorumlar

İlk Yorumu Ekle

DENİZCİ KİTAPLIĞI